geleceğin bilinmezliğindeki bu günün insanı.
gelecek bize neler getirecek; durumumuz şu andakinden daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacak? bu ve bunun benzeri bir yığın sorular yumağından oluşan bir sorun tokmağı her dakika kafamıza vurmakta: “ya aileme bakamazsam?” veya “ya evliliğim için gerekli olan şeyleri gerçekleştiremezsem?” veya “ya hak ettiğim yaşam standardını yakalayamazsam?” veya “ya okulum…, ya yaşlılığım…, ya kimse yanımda olmazsa…, bu imkanlarla nasıl evleneyim” gibi pek çok sorular listesi önümüzde uzayıp gitmekte ve gün geçtikçe de aşılması zor bir dağ gibi önümüzde durmaktadır.
belirsizliğin bu korkusu insanın içinde gün geçtikçe büyüyerek onu “elinde olanı kaybetme fobisi” içine tutsak etmektedir. kişinin beğenmediği ve kendi kişisel mutluluğunun önünde engel gördüğü şeylere (işe, sisteme, çevre ve topluma, bazen de kültürüne) istemeden bağımlı durumda olması da daha fazla bencillik ve daha fazla bireyci yaklaşımı getirmekte, daha fazla bağımsızlık düşüncesini körüklemektedir. kişinin memnun olmadığı bir sosyal çevrede devam etmek zorunda olması, geçim için bazı kimselere tahammül göstermek zorunda kalması, ev ve ekmek için istemediği şartlara razı olmak durumunda kalması; bazen sevmediği insanları selamlamak zorunda, bazen istemeden de olsa hizmet etmek zorunda olması gibi pek çok şey kişileri kızgın, sabırsız ve çabuk öfkelenen bir hale sokmuştur.
böylece “şimdi bende bu kadar para olsa bir dakika bile burada durmazdım” veya “büyük ikramiye bana çıkarsa istediğim hayatı kurmak için her şeyi bırakırım; kimseyle işim olmaz” veya “işler yolunda giderse tek başına kendime başka yerde yeni bir hayat kurarım; milletin kahrını ben mi çekeceğim?” şeklindeki iç çekişlerle yaşayan kişiler gittikçe kalabalık toplumların içindeki derin yalnızlıklar dehlizlerine düşmektedirler.
yalnızlık umutsuzluğu, umutsuzluk karamsarlığı, karamsarlık kuşkuculuğu tetiklemektedir. böylece insanlar içinde yaşadığı çağa, topluma, sisteme bakarken “onlar olmasaydı daha mutlu olurdum” şeklindeki bir suçlama ile bakmaktadırlar. bu bakış tarzı bireylerin kendilerini “mağlup edilmiş kimseler” olarak görmesine yol açmakta; bu da öfkeli ve tedirgin bir kişilik yapısının gittikçe toplumda artmasına yol açmaktadır.
diğer yandan hayatı zorlu bir yarışma gibi görme eğilimi toplumu oluşturan bireylerin birbirlerini rakip gibi görmesine neden olmaktadır. böylece öfkeli ve tedirgin insanların birbirlerine bakışı, birbirleriyle olan ilişkisi Tanrı’nın insana bakış açısından, Tanrı’nın insanı yaratış amacından, Tanrı’nın, insanın insanla olmasını istediği ilişkiden uzaktır.
bu yüzden kişiler bir başkasının başarısına bakarken kendi ulaşamadıkları değerleri başkasının kendilerinden aldığı şeyler olarak görmeye başlarlar; bir başkasının kazanmasını kendilerinin ellerinden alınmış imkanlar olarak değerlendirirler; birinin zenginliğini, kendilerinin fakirliği olarak değerlendirirler.
başarısızlıklarımızın önünde duran en önemli faktörlerden biri bencilliğimizdir. birlikte bir şey yapmak, birlikte kalkınmak, birlikte mutlu olmak yerine “ben yaptım; ben başardım; ben hak ettim” diyebilmenin baskısı ile hayatı da –akrabalarımız dahil olmak üzere- hayatımızdaki herkesi de bir rekabet içindeki rakipler olarak algılarız.
böylece başkalarında gördüğü her başarıyı kendisinin bir başarısızlığı olarak yorumlamayan kimselerin çoğaldığı bir toplumda mutsuzluk, umutsuzluk, öfke ve bunlara bağlı olarak saldırgan davranışlar bütün toplum için sanki genel bir tavır standardı gibi yerleşmeye başlar.
bireyler olarak tek tek herkes başkalarının kendisini anlamasını ve kendisini sevmesini, bütün bu “sevimsiz” yönlerine rağmen kendisine ilgi göstermesini bekliyor. ancak kimse karşısından beklediği fedakarlıkları kendisi kalkıp başkasına sunmayı düşünmüyor. Herkes Kendisinde Var Olmayan Saygıyı, Nezaketi, Alçakgönüllülüğü, Fedakarlığı Başkasından Bekliyor.
herkes iyi şeyleri sadece kendisi için isterken, diğer yandan da duygularını, düşüncelerini, tepkilerini denetlemek ve doğruları seçmek yerine şartların değişmeyeceğine inanmakta; elinden gelen bir şey olmadığını, içinde bulunduğu durumun başkalarının suçu olduğunu düşünmektedir –onlar beni dinleselerdi…, elimden geleni yapıyorum ancak beni anlayan kimse yok, ben ne yapabilirim ki…, onların yüzünden rahatım kaçtı…, Ben Değişemem, Böyleyim…, onların yüzünden yapacağım şeyler yıkıldı…
“bencil tutkularla isteyip de elde edemeyince de günah işliyoruz.”
ancak Kutsal Yazılar bizlere “galiplerden de üstün” olduğumuzu söylüyor ise bizlerin hayata bakışı dünyanın bize bakışından farklıdır. etrafımızı saran dünya “bencil tutkularla isteyip de elde edemeyince de günah işlediğini” nasıl bilecek? Hristiyan kişiler olarak doğruluk ve kutsallıkta, halkın içinde yaşarsak, insanları “kötü hallerine rağmen” sevmeye devam edersek…
eğer başkalarının hak ettiğine göre onlara davranmaya çalışırsak, eğer insanların bize yaptıklarına veya yapmadıklarına göre davranışlarımızı belirlersek; kendimizden başka hiç kimseyi iyi şeylere layık göremeyiz. o halde gayretimiz vizyonu taşımak, her durumda “Mesih nasıl davranırdı” diye düşünerek hareketlerimizi ona göre yönlendirmek olmalıdır. rekabet etmek için değil; uzlaşma ve dayanışma içinde yaşamak için varız; başkalarından almak için değil, paylaşmak için varız.
rev. ilhan keskinöz